İlkokulda iken maç ve takım tutma hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Sonra ortaokula geçince baktım; arkadaşlarım hem gazete okuyor, hem de takım tutuyordu. Ben de, arkadaşlarımın etkisiyle veya lisede okuyan ağabeylerimizin yönlendirmesiyle, Göztepe’ yi tutmuştum. Sonraki yıllarda, Göztepe birinci ligten düştü. Bu sefer takımsız kalmamak için Beşiktaş’ı tuttum . Çok fazla takım hastası ve fanatik olmasam da, maçları fırsat olursa televizyondan izliyordum. Takımın, oyuncularını biliyor ve her hafta sonu, maç sonuçlarını da takip ediyordum. Neyse Beşiktaş üst üste şampiyonluklar yaşadı da ben de sevindim. Ömrü hayatımda, bir defa Trabzon’ da iken Beşiktaş-Trabzonspor maçına gittim. O maçta da Beşiktaş şampiyonluğu oynuyordu. Gözümün önünde Beşiktaşlı forvet oyuncusunu önüne geçmek için Trabzonsporlu futbolcu koşarken, ikisi arasında 3-4 metre mesafe varken , hiç temas da yokken , ayağı kaydı düştü. Hakem, hemen bir düdük, Beşiktaş’ ın aleyhine faul verdi. Şoke olmuştum. Demek ki, hakeme bu maçtan Beşiktaş’ ın değil, Trabzonspor’un galip çıkması görevi verilmişti. Ben, o maçta arkadaşımla Trabzonsporlu seyirciler içinde oturuyordum. Beşiktaş adına sevgi ve gösteride ve alkışta bulunamazdım. Yoksa orada öldürülür ve linç edilirdim. Çünkü Türkiye’de maç fanatikliğinin böyle olması gerekiyordu. Beni hiç kimse de kurtaramazdı. Trabzon’ da maç olduğu zaman, rakip takımların arabaları , taşlanır ve kovulurdu. Bir defasında Samsunspor maçında, Samsun plakalı arabalar da bu tahribattan nasibini almıştı.
Şimdi aradan yıllar geçti ve ben gözümün önünde, geçmişteki yaşadıklarımı düşündüğümde; şimdi kendime soruyorum: Ben neden takım tutuyordum? Beni, hiç tanımayan , tanısa da onu ilgilendirmeyen ve benim hayatımı, sağlığımı, mutluluğumu ve üzüntümü, kazancımı ve kaybımı ilgilendirmeyen takımlara, ben neden yönlendiriliyordum? Bu gün, bu takımları tutan ve hastası olan insanları, bu takımları tutmaya iten sebepler neydi, diye düşündüğümde şunları görüyorum. Ben ortaokulda iken , cahildim, çocuktum, iş ve eser sahibi değildim; toplumda bir asalak ve parazit olarak yaşıyordum. Ayakkabımı, çorabımı, yememi, içmemi annem ve babam ve devlet sağlıyordu. Ama ben kendimi, tutuğum takımla ispatlamalıydım. Tuttuğum takımların bana hiçbir faydası yoktu ve olamazdı.
İşte, şimdi anlıyorum ki, benim şahsi başarısızlık ve mesleksizlik içinde bir başkasının başarısını, kendime başarı saymamla kendimi aldatıyor ve sevinme, nefret etme, haya kırıklığına uğrama, coşma, üzülme ve bir şeylerin sonucu merak etme gibi duygularımdan beni yakalamışlardı ve ben kullanılan bir meta idim. Çünkü, ben kendi geleceğimi değil, takımın geleceğini; kendi kazancımı değil, takımın kazanmasını, kendi acı sonumu değil, takımın sonunu düşünür hale gelmiştim ve beni hiç de ilgilendirmeyen takımlar için yaşıyordum. Beni ve benim gibi olanları da, toplumları ve devletleri yöneten Büyük Ağabey, kendisine gelir ve kazanca çevirmişti.
Artık, Büyük Ağabey tarafından dizayn edilen toplumlarda, kişilerdeki kazanma, başarı , kaybetme, üzülme, intikam alma , tahrip etme , alay etme ve merak duygularından , hem futbol tezgahtarları , hem at yarışları düzenleyicileri , hem siyasi parti yöneticileri , hem dizi filmleri çektirip yayına koyanlar; sigara , alkol, esrar satıcıları ; kumarhane sahipleri bunları uyuşturucu olarak kullanılıyordu. Kendi hayatını ıskalayan kişileri, bu duygularını tatmin etmesi için , bağırıp çağırıp birilerine zarar vermesi ve hatta öldürmesi için hayvanileştirilen bu insanları kullanıyor; gelir elde ediyor; söğüşlenen müşterileri bundan çok memnunlar.
Hani dolandırıcılar, seçtikleri kurbanlarına “çok para kazanacaklarına ve “köşeyi döneceklerine” dair ikna edip, seçilen kurban da tam bir anda zengin olma hayalleriyle, kendisini dolandırana , elindeki bütün mal varlığını veya hemen verebileceği mal varlığını kaptırdıkları gibi; 18. yüzyıldan itibaren bütün dünyada, sömürgeci ve katil, emperyalist ABD ve Avrupa Devletleri tarafından, “ Orta Çağ” da insanlığın karanlıkta olduğu , artık sanayi devrimi , 1789 Fransız İhtilali ve Hıristiyan dininde yaptıkları reformlarla ve Müslümanları de kendine göre “gericilik emaresi” olan İslamiyet’ ten bağını koparak , aydınlanma çağının gereğine, propaganda vasıtası gazeteleri ve dergileri ile ikna ediliyor ve tüm sömürge halkının, “aydın” okumuşları ve lejyoner olarak görevli, yönetici elit tabakası da, o eski köhnemiş kültürlerden kopup , yeni ve “aydın” bir çağa ulaştıklarını zannettikleri süreçte; insanları mukaddes değerlerinden kopardılar ve meraya salınan başıboş hayvanlara dönüştürdüler. Artık bunları avlamak ve kendi tuzaklarını süslü laflarla ve haz aldıkları duygularını yemleyerek , her bir milleti ve kişiyi , birer müşteri ve sağmal inek haline getirdiler. Yani insanları ilahi denetimden çıkarıp, eski inançlarından, geleneklerinden ve törelerinden kurtarıp, dinsiz bir hayat tarzına soktuktan sonra ; aciz bir av haline gelmiş bu insanı ve toplumları, zalim ve şeytani tuzağına yakalatmışlardır. Artık onlar ne söylüyorsa , peşin hükümle ona inanıyorlar ve onların istediği şekilde düşünüyor, haz alıyor, eğleniyor; ve insandaki haz peşinde koşan nefis ve özel şeytanının da yardımıyla, bu insanları hayvani bir hayata, sorumsuz ve umursamaz bir şeklide yaşamaya alıştırdılar. Normal inançlı bir insanın, bu şer güçlerin tuzağına düşmesi ve düşürülmesi çok zor olduğundan, insanları dinsiz bir hayatı, asıl yaşanacak bir hayat diye gösterip “özgürleştirdiler” ve bu hayat tarzının devamı için de, bu insanları, kendilerine geliri getiren meslekleri ve zenaatları icad ettiler.
Gerçek Tıbbı, ortadan kaldırıp, “moderne tıp” diye, insanları hastalığından sömürmek için, bütün tıp hekimlerinin ve hastanelerin ve ilaç firmalarının daimi ve değişmez müşterisi kıldılar. Artık “hasta” “müşteri “ olduktan sonra, bir defa hastaneye düşen ve doktorun eline düşen kişi, bir daha eski sağlına kavuşamaz ve ömrü boyunca ilaçlara ve hastaneye bağımlı hale gelmiştir. Çünkü gerçek tıp, “köhnemiş”, “kocakarı ilacı” olmuş, örümcek tutmuş ve gerilik ve cahillik unsuru haline gelmiştir. Hastalar da, yakınları da buna inandırılmış ve seve seve , “sağ olasın doktor bey” diye diye müşteri yapılmıştır.
Toplumları ve devletleri yöneten şeytani güç ve dinsiz zihniyet, günümüz insanlarını zehirliyor ve bundan da kazanç elde ediyor. Bu insanlar da, gönüllü olarak ve koşarak ve sevinçle bu zehri içiyorlar. Ve içtikleri bu zehirden mest oluyorlar. Öyle bir şartlandırma ve beyin yıkama ve anlayış hüküm sürüyor ki, aksini iddia etmek, affedilmez bir günah gibi duruyor. Bu büyük gücün zehrinden çok az sayıda insan kedini kurtarabiliyor. İnsan daha doğar doğmaz, daha bebek iken, annesi ve babası tarafından zehirleniyor. Hem de bir marifetmiş gibi yapılıyor. Sonra okullarda, sonra medyada zehirleme devam ediyor.
Devlet idare edenler de, yönetimde ve ekonomide adaleti sağlayamadıkları için ve bu adaletsiz ve haksız yönetimden, kendilerine menfaat sağladığı için, insanların bu zehirlenmesinden ve aldatılmasından nasiplendiği için, bütün insanların zehirlenmesini hoş görüyorlar ve sanki zehirleyicilerle adeta işbirliği yapmış gibi onlara karşı bir tavır da göstermiyorlar ya da bunun farkında değiller.
Şöyle bir düşündüm: İnsanları bu şekilde nasıl da kolayca manipüle edebiliyorlar. Ve hiçbir dirençle karşılaşmıyorlar. İnsanlarda akıl, kalb, his, merak, hayal, korku, cesaret, korkaklık , öfke, sevinç, sevgi , aşk , nefret, coşku, heyecan gibi duyguları ve göz , kulak, dil, burun , dokunma gibi organları var. Ve bu insan, işte bu duyguları ile alemde kendini tanıyor ve kendini tanıtıyor. Nefes alma, açlık, susuzluk gibi bedeni ihtiyaçların her zaman doyurulması gerektiği gibi; insan da , toplumda tanınmak ve kendisini topluma lanse etmek ve kendini toplumda ispatlamak, ilgi odağı olmak gibi zaaflarını esiridir. Toplumları ve devletleri avucuna alan bu gizli güç, bu insanların, bu duygularını ve ihtiyaçlarını tatmin ederken , kendi çıkarlarına kullanmayı çok iyi biliyorlar. İnsanlar da, bu duygularının tatmini için bu uyuşturucuları isteyerek ve zevkle içiyorlar ve paralarını ve ömürlerini veriyorlar.
Bir insan, neden kendi vücuduna ve sağlığına zararlı maddeleri istekle ve iştahla kullanır ? Bir insan neden kendi ömrünün en kıymetli dakikalarını ve saatlerini, günlerini bir başkasına severek ve koşarak verir ? Bir kimse, kendi ihtiyacı olduğu halde, başkalarını zengin etmek için neden elindekini avucundakini koşarak ona verir ? İşte bu konuları düşündüğümde, bu insanın, artık “insan” mı , “hayvan” mı olduğu sorusuyla karşılaşıyorum. Toplumları yöneten büyük güce göre, bu insanlar, hayvandan türeyen ve hayvanın bir adım ilerisine geçen “daha gelişmiş bir hayvan” olduğu için, hayvanlara nasıl muamele ediliyorsa, bu insanlara da aynı şeklide muamele edildiğinde, aynı sonuçları alıyorlar. Bu büyük güç tarafından bütün dünya halklarını da, “hayvan”muamelesi yaparak , hayvanlaştırıyorlar.
Peki problem nerede başlıyor ? Namık Kemal diyor ki : “ Allah aklı, kalbe hakim olsun diye daha yükseğe yerleştirmiştir” Oysa bu insan yaptıklarıyla akıllı davranmıyor ve duygularını tatmin ederken , bir başkasının “yemi” oluyor. En basitiyle sigara içen bir insan, hem ekonomik zararı, hem sağlığına zararı , hem de çevreyi kirlettiği , hiçbir menfaati yokken, neden sigara içer ? Sigara içmeden , öyle bir zevk duyuyor ki , artık zararlarını umursamıyor. Halbuki , sigara tatlı gibi lezzetli bir şey de değil ve bir zehir ; ama tiryaki bu zehre ihtiyaç duyuyor. Bu insan, sigara içmek ile neleri kazanıyor ve neleri bertaraf ediyor? Bana göre, yaşı küçükse, toplumda “adam” yerine konduğunu sanıyor ve bu şekilde kendini ispatlıyor. İçinde var olan ve gün yüzüne çıkaramadığı, basitçe kendine itiraf edemediği örtülü olan asıl dertlerinin üzerine bu sayede sünger çekiyor. İçindeki, ruhundaki asıl boşluğu bu şekilde giderdiğini zannediyor. Sonuçta sigara üreticisi kazanıyor, tüketicisi , sağlığını, temizliğini, nefesini ve parasını kaybediyor. İşte bu insan, aklının yerine, hazlarını vücuduna hakim kıldığında, belki de “hayvan” olduğunu zannederek, kendisindeki asıl dertlerini görmemek için, hayvanlığa kaçıyor ve ama yine toplumda kendine bu sigara ile bir yer ediniyor ve edindiğini sanıyor.
Sarhoş eden içki içen insan da, kendini asıl ve gerçek düşüncelerden kurtarmak için beynini uyuşturuyor. Bir ilerisi uyuşturucu madde bağımlıları da, hayatın gerçeklerinden kurtulmak için , kendini uyuşturucunun kollarına atıyor. Böylece, bu kişilerin hayvani zaafları satıcıların , üreticilerin gelir kaynağını oluşturuyor.
İnsanları uyuşturan ve ömürlerini alıp tüketen sadece bu zararlı ve kirli maddeler değil ki ; günümüzde futbol da , spordan ziyade , büyük güç tarafından bir uyuşturucu olarak kullanılıyor. Şöyle düşünelim : sizi hiç tanımayan, tanısa da sizin hayatınız ve kazancınız veya kaybınız , onu ilgilendirmeyen bir futbol takımını neden tutarsınız ? Yok başkanı kim olacakmış, yok hangi oyuncuyu alacakmış, yok bu sene şampiyon olacak mıymış, yok küme düşecek miymiş ? Kardeşim spor yapmak istiyorsan, git yap ; takımda oynamak istersen , arkadaşlarınla bir takım kur ve oyna ; kim ne karışır ? Fakat neden bir takım tutarsın ve onun formasını ve ayakkabısı için para verirsin ? Neden saatlerce ömrünü ona harcarsın ? bak o senin için bir dakikasını bile vermiyor ve seni hiç tanımıyor.
Günümüzdeki pembe diziler ve macera filmleri de ,öylesine kişinin yaşamadığı bir hayatı , sahte olarak yaşattığı için , insanda merak duygusunu ayağa kaldırıp, merakını giderdiği için , bir senaristin hayal yolculuğunda yazdığı , yani uydurduğu kahraman ve olaylarla, bizdeki aşk, sevgi, korku, macera, başarı, öfke , intikam , kriz , sevinç gibi halleri canlandırdığı için , artık sen de onu haftalarca ve günlerce takip ederek ömrünü, sanki çokmuş da bitmemiş gibi, ona verirsin. Film yapımcısı da, oyuncusu da bu sayede milyonlarına kavuşur; hükümetler de uyuşturulan böyle bir toplumu yönetmede zorlanmadıkları için, uyuşturanlara ses çıkarmaz, belki de destek verir.
Devleti yönetenler de, bu toplumun, bu şekilde uyuşturulmasıyla, asıl gerçekleri sakladıkları ve sorgulatmadıkları için, bu takımların sahiplerine rüşvet olarak yasadışı gelirlerine ve kara paralarına göz yumuyorlardır diye düşünüyorum; yoksa öyle değil mi ?